5 Mayıs 2016 Perşembe

Darbe mi?

Lafı eğip bükmeden konuya giriyorum. Kılıçdaroğlu, Davutoğlu'nun görevi bırakmasını "Saray Darbesi" olarak yorumladı. Son bir kaç yıldır bu darbe lafının suyu çıktı.


Kabul edelim, anormal bir durum Davutoğlu'nun gidişi ancak buna "darbe" denmez. Kulislerde ne konuşulduğu beni ilgilendirmez. Sonuçta Erdoğan olsun Davutoğlu olsun, kameralar önünde gayet mutlu bir tablo çiziyorlar. Parti işleyişini sürdürüyor. Partililer lüks araçlarında lüks kahvaltı salonlarında programlarına devam ediyorlar...

Eğer buna "darbe" diyeceksek, Hizmet'e yapılanları ne ile nitelendireceğiz.

90 yaşındaki Ramazan dedenin hapiste olduğundan haberiniz var mı?
Ne çabuk unuttuk ZAMAN önünde yüzlerinden kan akan ablaları...
Üzerlerine gaz bombaları yağan demokrasi kahramanlarını...
Unutulur mu?
Bugün ve Kanaltürk'ün kapılarının kırılarak teslim alındığı o günler.
"Darbe" diyecekseniz bunlara deyin.

1 Mart 2016 Salı

Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'ne genç üye

Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Cağaloğlu'ndaki restoranda yeni üyeleri için etkinlik düzenledi. Akşam yemeğiyle birlikte başlayan programa TGC Başkanı Turgay Olcayto ve diğer yönetim kurulu üyeleri katıldı.

Akşam yemeğinin ardından yeni üyelere rozetleri takıldı. Gazeteci Hüseyin Aydın da üye olan isimler arasındaydı. Yeni kimlik kartını ve rozetini teslim alan Hüseyin Aydın gecede yaptığı konuşmada, TGC yönetimine teşekkür etti. Türkiye'de medyanın zorlu bir imtihan sürecinden geçtiğini vurgulayan Aydın, "Biz gazeteciler olarak bu sınavı başarı ile geçmek zorundayız. Medya toplumun aynasıdır. Aynası olduğu kadar karanlığın ortasında el feneri gibidir. Medyası özgür olmayan toplumların geleceği görmesi, vizyon belirlemesi zordur. Dolayısıyla hepimiz el birliği ile zedelenmiş olan meslek onurunu ayağa kaldırmak için mücadele etmek durumundayız." ifadelerini kullandı.
Rozetlerin ve kimliklerin dağıtılmasının ardından gece canlı müzik eşliğinde devam etti.







19 Şubat 2016 Cuma

Çöpten beslenen çocukları gördüm

Hava soğuk, kaldırımlar buz tutmuştu…

Gecenin karanlığında ilerlerken kayıp düşmemek için bütün dikkatimi adımlarımda topladım. Rüzgar kar tanelerini yüzüme savuruyor, bir adım ötesini göremiyordum bile. Bir ara yumuşak bir cisme bastığımı fark ettim. Daha doğrusu öyle düşündüm. Görüş mesafemin sıfırlandığı an ayağımın altındaki cismin ne olduğunu merak etmeye başladım. Tam bu sırada ayakkabımın yanı başında minik bir el çekti dikkatimi. Soğuktan morarmış kas katı kesilmiş o el, üzerine bastığım üzüm salkımını çekip çekiştiriyordu. Bedenim soğuktan donmak üzereydi, yüreğim tam aksine yangın yeri... Burnumun kemikleri sızlıyor, o ince sızı damarlarımın içinde dolaşıyordu. Gördüklerim karşısında hissettiklerime “Hayrete düştüm” ifadesi yetersiz kalıyordu. Hakikaten inanılır gibi değildi…

Mecidiyeköy’ün işlek bir caddesinde elektrik direğinin dibinde tanık olduğum sahne karşısında beynimden vurulmuşa döndüm. Birkaç çocuk ve beraberinde birkaç yetişkin kadın, çöpleri karıştırıyorlar, gözüne kestirdikleri sağlam meyveleri beraberinde getirdikleri poşete dolduruyorlardı. Aralarında kurdukları diyaloglardan mülteci oldukları anlaşılıyordu. “Mülteci” sıfatı onların çöpten beslenmesine gerekçe değildi tabi. Tıpkı Ege’de her gün üçer beşer boğularak yaşamını yitiren çocukların ölmesine gerekçe olamayacağı gibi. Haberlere “mülteci” diye başlamak, spotta “mülteci” yazmak ve haberin gövdesine “sığınmacı” diye devam etmek çok ağır geliyor bana. Çocuk dünyanın her yerinde çocuk; insan dünyanın her yerinde insandır. Ve bu çocukların çöpten beslenmeleri, dilendirilmeleri dahası ölüme sürüklenmeleri kabul edilebilir bir hadise değildir. Çöpten akşam yemeği temin eden çocukları görüntüleyip hissettiklerimi sizin de hissetmenizi isterdim ama nasıl böyle bir şeye girişebilirdim! Nasıl elime cep telefonunu alıp o miniklerin yüzüne doğrultabilirdim ki! Etik dışı hatta ahlak dışı bir davranış olurdu bu. Birkaç dakika sonra o çocuklar aileleriyle birlikte çöpün bulunduğu yerden ayrıldılar. Geride hafızamın orta yerinde silinmeyecek bir acı anı bıraktılar.

Yürümeye devam ettim. Bedenimi saran üşüme, yüreğimde derin bir sancıya dönüşmüştü. Mecidiyeköy viyadüğünün altından gelip geçen ambulanslar, acı acı çalan sirenler ve onu takip eden korna sesleri. Kestaneciler, çiçekçiler, işportacılar hepsi flu görünüyordu sanki. O kadar hareketliydi ki meydan, hiç kimse büyüklerin mağdur ettiği çocukları fark etmiyordu bile. Mecidiyeköy’ü geçip, Halaskargazi Caddesi’ne oradan Osmanbey’e ardından Taksim’e çıktığımızda aslında işin ne kadar içinden çıkılmaz bir hal aldığı görünüyordu. Onlarca çocuk dilendiriliyor, kimilerinin ayaklarında çorap bile yok! Sadece çocuk mu değil elbet, kundaktaki bebekler bile karanlığın ortasında kaldırımların üzerinde üç beş lira için duygu sömüren bir makina haline gelmişti.

Çocuklar dünyanın en masum varlıklarıdır. Yaşamak da ölmek de Allah’ın (c.c) takdirine bağlı. Orası muhakkak. Ama imtihan dünyası burası. Çocuklar büyükler için belki de bu çağın en önemli imtihanlarından biri. Maalesef insanlık bu imtihanda sınıfta kalıyor. Her gün onlarca çocuk, savaş, şiddet ve çatışmanın ortasında hayatını kaybediyor. Hayatta kalanlar arasında açlık ve yoklukla mücadele edenlerin sayısı azımsanmayacak ölçüde fazla. Ege ve Akdeniz sahillerine vuran çocuk cesetleri evrensel vicdanı ne zaman harekete geçirecek bilmiyoruz. Ülkemizde ise durum daha da vahim. Yukarıda anlattığım hadise gerçek bire bir yaşadığım hadisedir. Dilerseniz siz de belirttiğim yerlere gidebilir kendi gözlerinizle görebilirsiniz. Siyaset dili siyaset öfkesi siyaset kini öyle bir boyuta ulaştı ki, tıpkı Oya Baydar’ın dediği gibi, “Bu vicdansız dil, toplumu da vicdansızlaştırıyor”….

Umuyor ve diliyorum ki çok geç olmadan yüreğimiz daha da katılaşmadan masum çocukların gelecekleri için yönetenler bir an önce harekete geçer. Aksi takdirde arkamızdan iyi şeyler söyleyecek bir nesil bırakabilmemiz çok zor….

Gassalın gözyaşları...

Kozlu Gasilhanesindeyiz.
Sabahın erken saatleriydi.
Henüz gassallar mesaiye başlamamıştı.
Kim bilir bugün kimler vardı gassal ismailin listesinde.

Yıkanacak ölülerin listesini o hazırlıyordu. Kendisini arada bir ziyaret ederdim. Ne zaman gasilhaneye gitsem bambaşka bir dünyanın içinde hissediyordum kendimi. Sordum İsmail’e ‘kimler var bugün listede?’ Geceden kalan 15 kişi olduğunu söyledi. Kimi Samsunlu, kimi Çorumlu kimi ise Ağrılıydı ölülerin. Henüz kimse yoktu gasilhanede. Tabutlar yan yana dizilmişti. İsimler memleketler cinsiyetler farklı olsa da hepsinin ortak özelliği; bedenleri buz gibiydi. Sessizdiler, ne parmaklarında bir yüzük, ne kulaklarında bir küpe, ne de ceplerinde bir kuruş paraları vardı artık…

Küçük bir morgu vardı gasilhanenin. Hepsi oraya sığmadığı için kimileri tabutlarda bekletiliyordu. Saat 08.00’ı geçiyordu. Gassallar mesaiye başlamıştı. Üst kata doğru çıktım. İki odası vardı bu katın. Birinde erkek gassallar diğerinde ise kadın gassallar dinleniyordu. Selam verdikten sonra biraz sohbet ettik erkek gassallarla. Hepsi imam hatip mezunuydu. İBB Mezarlıklar Müdürlüğü’nde sözleşmeli personel olarak çalışıyorlardı. Aldıkları maaş bin 500 civarındaydı. İş güç sohbet derken acı bir feryat geldi birden bire aşağıdan. Fırladığımız gibi yerimizden koştuk tabutların olduğu yere. Küçücük bir çocuğun cenazesini getirmişlerdi. Tabutu zar zor soktular içeri. Arkadan 35-40 yaşlarında bir erkek feryat figan ediyordu. Babasıydı. İsyan vardı cümlelerinde. Minik bedenine henüz kefen giydirilmemişti çocuğun. Önce ölülerin yıkandığı kabine alacaklardı. Özel güvenlik görevlileri babayı sakinleştiremiyordu. Belediyeden özel izin almıştım gassalların çalışma şartlarını yerinde izlemek için. O an her şeyi unutuyorsun, bir tarafta cansız minik bir beden; diğer tarafta acısından kavrulmuş bir baba. Öyle bir feryat ediyor ki çığlıkları yeri göğü inletiyor. Güvenlikçiler boşalttı gasilhaneyi. Çocuğu yıkama kabinine aldılar. Kim bilir bu kaçıncı ölüydü gassalın önüne gelen. Tabuttan çıkardılar çocuğu. Ölüm nedeni kazaydı. Bir otomobil çarpmıştı. Mermer bir taş vardı kabinin içinde. Çocuğun üstündekileri çıkardıktan sonra cansız bedenini serdiler buz gibi taşın üstüne. Babasının sesleri geliyordu dışardan. Gassal daha fazla dayanamadı;

-‘Ben babasını alıp getireceğim’ dedi.
Diğer gassallar müdahale etti:
- ‘Yapma’ dediler.

Belki de haklıydı. Babanın ifadeleri kadere isyan içeriyordu. Onu sakinleştirmek istedi. Dışarı çıktı. Yakınları tepki gösterdi. Babanın daha da kötü olabileceğini gerekçe gösterdiler. Gassal vazgeçmedi. Babayı çocuğunun cansız bedeni ile buluşturmakta kararlıydı. Koluna girdiler. Yıkama kabinine doğru yürümeye başlamıştı baba. Ayaklarını sürüyordu. Yürümeye takati kalmamıştı. Kabine girdiğinde önce ellerine dokundu çocuğunun, onunla konuşmaya başladı. Hayallerini anlattı. Dört kişiydik o kabinde. Çocuk, babası, gassal ve ben. Hepimiz ağlıyorduk. Merak işte! Sorduk:
-Kaç çocuğunuz var?

Babanın verdiği cevap karşısında üzülmemek elde değildi:

-Benim tek çocuğumdu bu. Evlendik. Uzun süre çocuğumuz olmadı. Sonra erkek bir evladımız dünyaya geldi. Onu da kaybettik…

Bir süre daha okşadı başını çocuğunun. Sonra ayrıldı oradan. Çocuk yıkanmıştı. Kefen giydirildi bedenine. Tabuta konuldu ve sonsuzluğa uçtu bir kuş gibi. Artık o cennette bir kırlangıç..
Gasilhanede çok hikaye var. Anlatsam kitaplar yazılır. Ama ben son dönemde Türkiye’de yaşananları görüp izlediğimde belki siz de yaşıyorsunuzdur benzer duyguları, aklıma şu soru geliyor:

‘BU HIRS NİYE?’

Sabancı’ya sorsanız, ‘alalım trilyonlarınızı çocuğunuzu engelli olmaktan kurtaralım’ ne derdi biliyor musunuz? Hemen hemen…

Yani değmez bu hayat için hırsa, şana, şöhrete paraya valla değmez, kendi çocuğunuzla yoksa çevrenizdeki çoçuklarla iyi geçinin, kırmayın kalplerini, ağlatmayın onları. Suriye’ye bakın, dönün bir de Irak’a Somali’ye bakın sevgiye şefkata muhtaç o kadar minik yürekler var ki…
Sevelim, sevilelim bu dünya kimseye kalmaz….https://www.youtube.com/watch?v=xJvR68_dtmo

23 Eylül 2015 Çarşamba

AKREDİTASYON REZALETİ!




Gazeteci Hüseyin Aydın 20 Nisan 2015 tarihinde Beşiktaş'ta bir otelde Cumhurbaşkanı Erdoğanın eşi Emine Erdoğanın programından yaka paça dışarı çıkarıldı.

16 Nisan 2014 Çarşamba

'Koşmayı çok özlüyorum'



2 yaşında kızım var. Ona dokunamıyorum. Sevemiyorum. Kucağıma bile alamıyorum. Çorba veriyorlar. Ağzım yanıyor. Koşmayı çok özlüyorum…
Uzman Çavuş Yılmaz Yiğit’e ait bu sözler… Tuğgenaral Celalettin Bacanlı’nın odasında yudumlarken çaylarımızı paşaya dönerek; “Komutanım burada en fazla acı çeken kim?” diye sordum. Bana Yiğit uzmanı adres gösterdi. Biz de gaziyle röportaj yapmak için generalin odasından ayrıldık. Daha sonra gazilerin rehabilite edildiği, yani hayata bağlandığı birimleri dolaşmaya başladık. Protezlerin yapıldığı atölyeler, egzersiz salonları, spor salonları, havuzlar…
TSK Rehabilitasyon ve Bakım Merkezi’nde yok yok. Ordu Mehmetçik için adeta tek yürek olmuş, toplanan bağışlarla bu merkez kurulmuş. Terör saldırılarına uğrayan askerler ilk müdahalenin ardından burada uzun süren bir tedavi sürecine başlıyor…

Koridorlarda yürürken gurur ve hüznü bir arada yaşıyorsunuz. Kimi vatan için kolunu kimi bacağını kimi gözünü kaybetmiş. Tekerlekli sandalyenin üzerinde bir gazi çekti dikkatimi. Yanına yaklaştım. ‘Geçmiş olsun’ diye başladım söze daha ben sormadan anlatmaya başladı. Belli ki benim gibi niceleri ile aynı konu üzerinde sohbeti olmuş. Adı Bahadır, rütbesi Binbaşı. Özel haraketta görevliymiş. Hakkari Çukurca’da omuriliğine saplanan bir mermi mahkum etmiş tekerlekli sandalyeye. Koridordaki kısa muhabbetin ardından bizi odasına davet etti: ‘Bir çayımı içmek istemez misiniz?’ diye sordu. Hemen kabul ettim. Odasına çıktık. Kuru pasta ile çay ikram etti bize. Daha sonra devam ettik sohbete: “Yaralandığımda, 'tekerli sandalye ile tekrar göreve dönebilir miyim' diye çok uğraşmıştım. O zamanki mevzuat, benim sandalye ile üniforma giymeme izin vermiyordu. Bir kere daha aynı şeyleri yaşasam, bir hayat daha yaşama şansım olsa, bundan farklı bir şey yapmazdım. Tekrar o bölgeye giderdim. Neyi özledin diye sorarsanız…Bir halı sahada maç yapmayı, çok özlüyorum. Ellerimi cebime sokup yürümeyi çok özledim. Sandalye çok kısıtlıyor insanı…”
 
Bahadır Binbaşı’nın yanından ayrıldıktan sonra Yiğit uzmanın yanına doğru yol aldık. Tesadüf koridorda rastladık kendisine. Röportajı dışarıda yapmak istedim. Halı sahanın yanında bir yürüyüş yolu vardı. İki sandalye getirdiler. Oturduk karşılıklı. Hafif rüzgar vardı. Yiğit uzmanla söyleşiye başlamadan önce kendisi sessizce dalıp gitti bir an uzaklara. Ben de onun protez kolunu ve ayaklarına baka kaldım. Anladı üzüldüğümü. Benim yapmam gerekeni o bana yaptı ve moral verdi. Hatta bir espri yaparak, ‘Çok alıştım bu protezlere maç bile yapıyorum’ dedi. Hafif tebessümlerin arasında anlatmaya başladı: “Mayına basma sonucu iki kolumu, bir bacağımı ve bir gözümü kaybettim. Osmaniyeli bir devrem vardı. O mayına bastı, onun iki bacağı olay yerinde koptu. Onu öyle görünce, içime bir ürperti girdi. Evli ve çocuğu vardı. Ben o zaman bekardım. Dedim; 'Allah'ım ona olacağına bana olsaydı, onun çocuğu var, benim ağlayanım az olur' diye düşünmüştüm. Onu helikoptere verdik, gönderdik. Biz üs bölgesini aldık, teması bekliyorduk. Tam öncülerden biri üs bölgesinde terörist gruptan bir tanesini gördüğünü söyledi. Teröristler mayına bastı, bizim bulunduğumuz bölge patladı. Mayın patladığında, 21 kişi yaralıydık. Sanki vücuduma elektrik verilmiş gibi hissettim. Sonra sol koluma baktım sol kolum yoktu. Sağ koluma baktım. Sağ kolum, duruyordu ama plastik gibi damlıyordu yere. Bacağıma sanki, kaynar su dökülmüştü. Baktım bacağım yok. Arkamda bir çukur vardı, baktım içinde bacağımın kolumun kemikleri duruyordu. Bunları anlatırken çatışma devam ediyordu. Ben Kelime-i Şehadet getirdim. Beni bırakın diyordum. Üç atar damar kopmuş, muhtemelen ben şehit olacağım. En azından, size bir şey olmasın, dedim. Tüfeğimi istedim. Tüfeğim yok.”
Başından geçen olayı anlattıktan sonra beni de hüzünlendiren şu cümleleri kullandı: “Bakıma muhtaç duruma düşüyorsunuz. Çocuklarınızı, sevemiyorsunuz. Kollarınız, bacaklarınız protez. Çocuğum doğduğu an, kucağıma alamadım. Protezle tutamadım, sevemedim. Çocuğunuzla oynayamıyorsunuz.” 
Bu hüzünlü buluşmanın ardından dilerseniz biraz da merkezin faaliyetleri hakkında bilgi verelim. 1995 yılının Mart ayında Ankara Gazeteciler Cemiyeti ve TRT'nin işbirliğiyle 'Haydi Türkiye Metmetçikle El Ele' kampanyası başlatıldı. Türk Silahlı Kuvvetleri El Ele Vakfı kuruldu. Toplanan bağışlarla 105 milyon dolara mal olan Türk Silahlı Kuvvetleri Rehabilitasyon ve Bakım Merkezi hizmete girdi. 21 Nisan 2000 tarihinde olağanüstü hal gazilerine, silahlı kuvvetler mensupları ve ailelerine ve halka hizmet veren merkezde, omurilik ve beyin felçleri, kas ve iskelet sistemi hastalıklarına bağlı özürlü ve engelli durumuna düşen hastaların tedavi ve rehabilitasyonları yapılıyor. 320 bin metrekarelik alana kurulan merkez pek çok ileri teknoloji ürünü cihaza sahip. Merkezde, 200 yataklı nörolojik ve ortopedik rehabilitasyon hastanesi, 50 yataklı bakım evi, 50 yataklı hasta misafirhanesi, tanı ve tedavi bölümleri, açık ve kapalı spor alanları, tedavi havuzları, meşguliyet ve mesleki rehabilitasyon bölümleri bulunuyor. Rehabilitasyon bölüm şefliğinde, poliklinik muayeneleri randevulu olarak yapılıyor. Spor alanları ve rekreasyon bölümü 2 adet kapalı spor salonuyla açık spor alanlarından oluşuyor. Basketbol, futbol, voleybol, masa tenisi, bilardo, dart, fitness çalışmaları tedavi planının bileşenleri olarak gerçekleştiriliyor.