19 Şubat 2016 Cuma

Çöpten beslenen çocukları gördüm

Hava soğuk, kaldırımlar buz tutmuştu…

Gecenin karanlığında ilerlerken kayıp düşmemek için bütün dikkatimi adımlarımda topladım. Rüzgar kar tanelerini yüzüme savuruyor, bir adım ötesini göremiyordum bile. Bir ara yumuşak bir cisme bastığımı fark ettim. Daha doğrusu öyle düşündüm. Görüş mesafemin sıfırlandığı an ayağımın altındaki cismin ne olduğunu merak etmeye başladım. Tam bu sırada ayakkabımın yanı başında minik bir el çekti dikkatimi. Soğuktan morarmış kas katı kesilmiş o el, üzerine bastığım üzüm salkımını çekip çekiştiriyordu. Bedenim soğuktan donmak üzereydi, yüreğim tam aksine yangın yeri... Burnumun kemikleri sızlıyor, o ince sızı damarlarımın içinde dolaşıyordu. Gördüklerim karşısında hissettiklerime “Hayrete düştüm” ifadesi yetersiz kalıyordu. Hakikaten inanılır gibi değildi…

Mecidiyeköy’ün işlek bir caddesinde elektrik direğinin dibinde tanık olduğum sahne karşısında beynimden vurulmuşa döndüm. Birkaç çocuk ve beraberinde birkaç yetişkin kadın, çöpleri karıştırıyorlar, gözüne kestirdikleri sağlam meyveleri beraberinde getirdikleri poşete dolduruyorlardı. Aralarında kurdukları diyaloglardan mülteci oldukları anlaşılıyordu. “Mülteci” sıfatı onların çöpten beslenmesine gerekçe değildi tabi. Tıpkı Ege’de her gün üçer beşer boğularak yaşamını yitiren çocukların ölmesine gerekçe olamayacağı gibi. Haberlere “mülteci” diye başlamak, spotta “mülteci” yazmak ve haberin gövdesine “sığınmacı” diye devam etmek çok ağır geliyor bana. Çocuk dünyanın her yerinde çocuk; insan dünyanın her yerinde insandır. Ve bu çocukların çöpten beslenmeleri, dilendirilmeleri dahası ölüme sürüklenmeleri kabul edilebilir bir hadise değildir. Çöpten akşam yemeği temin eden çocukları görüntüleyip hissettiklerimi sizin de hissetmenizi isterdim ama nasıl böyle bir şeye girişebilirdim! Nasıl elime cep telefonunu alıp o miniklerin yüzüne doğrultabilirdim ki! Etik dışı hatta ahlak dışı bir davranış olurdu bu. Birkaç dakika sonra o çocuklar aileleriyle birlikte çöpün bulunduğu yerden ayrıldılar. Geride hafızamın orta yerinde silinmeyecek bir acı anı bıraktılar.

Yürümeye devam ettim. Bedenimi saran üşüme, yüreğimde derin bir sancıya dönüşmüştü. Mecidiyeköy viyadüğünün altından gelip geçen ambulanslar, acı acı çalan sirenler ve onu takip eden korna sesleri. Kestaneciler, çiçekçiler, işportacılar hepsi flu görünüyordu sanki. O kadar hareketliydi ki meydan, hiç kimse büyüklerin mağdur ettiği çocukları fark etmiyordu bile. Mecidiyeköy’ü geçip, Halaskargazi Caddesi’ne oradan Osmanbey’e ardından Taksim’e çıktığımızda aslında işin ne kadar içinden çıkılmaz bir hal aldığı görünüyordu. Onlarca çocuk dilendiriliyor, kimilerinin ayaklarında çorap bile yok! Sadece çocuk mu değil elbet, kundaktaki bebekler bile karanlığın ortasında kaldırımların üzerinde üç beş lira için duygu sömüren bir makina haline gelmişti.

Çocuklar dünyanın en masum varlıklarıdır. Yaşamak da ölmek de Allah’ın (c.c) takdirine bağlı. Orası muhakkak. Ama imtihan dünyası burası. Çocuklar büyükler için belki de bu çağın en önemli imtihanlarından biri. Maalesef insanlık bu imtihanda sınıfta kalıyor. Her gün onlarca çocuk, savaş, şiddet ve çatışmanın ortasında hayatını kaybediyor. Hayatta kalanlar arasında açlık ve yoklukla mücadele edenlerin sayısı azımsanmayacak ölçüde fazla. Ege ve Akdeniz sahillerine vuran çocuk cesetleri evrensel vicdanı ne zaman harekete geçirecek bilmiyoruz. Ülkemizde ise durum daha da vahim. Yukarıda anlattığım hadise gerçek bire bir yaşadığım hadisedir. Dilerseniz siz de belirttiğim yerlere gidebilir kendi gözlerinizle görebilirsiniz. Siyaset dili siyaset öfkesi siyaset kini öyle bir boyuta ulaştı ki, tıpkı Oya Baydar’ın dediği gibi, “Bu vicdansız dil, toplumu da vicdansızlaştırıyor”….

Umuyor ve diliyorum ki çok geç olmadan yüreğimiz daha da katılaşmadan masum çocukların gelecekleri için yönetenler bir an önce harekete geçer. Aksi takdirde arkamızdan iyi şeyler söyleyecek bir nesil bırakabilmemiz çok zor….

Gassalın gözyaşları...

Kozlu Gasilhanesindeyiz.
Sabahın erken saatleriydi.
Henüz gassallar mesaiye başlamamıştı.
Kim bilir bugün kimler vardı gassal ismailin listesinde.

Yıkanacak ölülerin listesini o hazırlıyordu. Kendisini arada bir ziyaret ederdim. Ne zaman gasilhaneye gitsem bambaşka bir dünyanın içinde hissediyordum kendimi. Sordum İsmail’e ‘kimler var bugün listede?’ Geceden kalan 15 kişi olduğunu söyledi. Kimi Samsunlu, kimi Çorumlu kimi ise Ağrılıydı ölülerin. Henüz kimse yoktu gasilhanede. Tabutlar yan yana dizilmişti. İsimler memleketler cinsiyetler farklı olsa da hepsinin ortak özelliği; bedenleri buz gibiydi. Sessizdiler, ne parmaklarında bir yüzük, ne kulaklarında bir küpe, ne de ceplerinde bir kuruş paraları vardı artık…

Küçük bir morgu vardı gasilhanenin. Hepsi oraya sığmadığı için kimileri tabutlarda bekletiliyordu. Saat 08.00’ı geçiyordu. Gassallar mesaiye başlamıştı. Üst kata doğru çıktım. İki odası vardı bu katın. Birinde erkek gassallar diğerinde ise kadın gassallar dinleniyordu. Selam verdikten sonra biraz sohbet ettik erkek gassallarla. Hepsi imam hatip mezunuydu. İBB Mezarlıklar Müdürlüğü’nde sözleşmeli personel olarak çalışıyorlardı. Aldıkları maaş bin 500 civarındaydı. İş güç sohbet derken acı bir feryat geldi birden bire aşağıdan. Fırladığımız gibi yerimizden koştuk tabutların olduğu yere. Küçücük bir çocuğun cenazesini getirmişlerdi. Tabutu zar zor soktular içeri. Arkadan 35-40 yaşlarında bir erkek feryat figan ediyordu. Babasıydı. İsyan vardı cümlelerinde. Minik bedenine henüz kefen giydirilmemişti çocuğun. Önce ölülerin yıkandığı kabine alacaklardı. Özel güvenlik görevlileri babayı sakinleştiremiyordu. Belediyeden özel izin almıştım gassalların çalışma şartlarını yerinde izlemek için. O an her şeyi unutuyorsun, bir tarafta cansız minik bir beden; diğer tarafta acısından kavrulmuş bir baba. Öyle bir feryat ediyor ki çığlıkları yeri göğü inletiyor. Güvenlikçiler boşalttı gasilhaneyi. Çocuğu yıkama kabinine aldılar. Kim bilir bu kaçıncı ölüydü gassalın önüne gelen. Tabuttan çıkardılar çocuğu. Ölüm nedeni kazaydı. Bir otomobil çarpmıştı. Mermer bir taş vardı kabinin içinde. Çocuğun üstündekileri çıkardıktan sonra cansız bedenini serdiler buz gibi taşın üstüne. Babasının sesleri geliyordu dışardan. Gassal daha fazla dayanamadı;

-‘Ben babasını alıp getireceğim’ dedi.
Diğer gassallar müdahale etti:
- ‘Yapma’ dediler.

Belki de haklıydı. Babanın ifadeleri kadere isyan içeriyordu. Onu sakinleştirmek istedi. Dışarı çıktı. Yakınları tepki gösterdi. Babanın daha da kötü olabileceğini gerekçe gösterdiler. Gassal vazgeçmedi. Babayı çocuğunun cansız bedeni ile buluşturmakta kararlıydı. Koluna girdiler. Yıkama kabinine doğru yürümeye başlamıştı baba. Ayaklarını sürüyordu. Yürümeye takati kalmamıştı. Kabine girdiğinde önce ellerine dokundu çocuğunun, onunla konuşmaya başladı. Hayallerini anlattı. Dört kişiydik o kabinde. Çocuk, babası, gassal ve ben. Hepimiz ağlıyorduk. Merak işte! Sorduk:
-Kaç çocuğunuz var?

Babanın verdiği cevap karşısında üzülmemek elde değildi:

-Benim tek çocuğumdu bu. Evlendik. Uzun süre çocuğumuz olmadı. Sonra erkek bir evladımız dünyaya geldi. Onu da kaybettik…

Bir süre daha okşadı başını çocuğunun. Sonra ayrıldı oradan. Çocuk yıkanmıştı. Kefen giydirildi bedenine. Tabuta konuldu ve sonsuzluğa uçtu bir kuş gibi. Artık o cennette bir kırlangıç..
Gasilhanede çok hikaye var. Anlatsam kitaplar yazılır. Ama ben son dönemde Türkiye’de yaşananları görüp izlediğimde belki siz de yaşıyorsunuzdur benzer duyguları, aklıma şu soru geliyor:

‘BU HIRS NİYE?’

Sabancı’ya sorsanız, ‘alalım trilyonlarınızı çocuğunuzu engelli olmaktan kurtaralım’ ne derdi biliyor musunuz? Hemen hemen…

Yani değmez bu hayat için hırsa, şana, şöhrete paraya valla değmez, kendi çocuğunuzla yoksa çevrenizdeki çoçuklarla iyi geçinin, kırmayın kalplerini, ağlatmayın onları. Suriye’ye bakın, dönün bir de Irak’a Somali’ye bakın sevgiye şefkata muhtaç o kadar minik yürekler var ki…
Sevelim, sevilelim bu dünya kimseye kalmaz….https://www.youtube.com/watch?v=xJvR68_dtmo