Sevmeden sevginin; üzülmeden üzüntünün; ya da hasret çekmeden özlemin ne olduğunu bilemezsiniz. Duyguları anlamlandırabilmek için mutlaka o ana tanık olmalısınız. Bugün yaşadığımız bütün olayların temelinde aslında bu empatiyi kuramamak yatıyor. İnsanlar birbirleri ile empati kurmuyor. Bencillik almış başını gitmiş. Kimse kimseyi anlamıyorsa biz nasıl işin içinden çıkacağız. Önceliklerimizi gözden geçirmeliyiz. İnsana insan olduğu için değer verip, maddi çıkarları arka plana iterek mutluluğa kapı aralayabiliriz. Önümüzdeki dönem işte söz konusu siyasi çıkarların ayyuka çıktığı bir süreç başlayacak. Belki birkaç yıl bu atmosferi hep birlikte teneffüs edeceğiz. Öncelikle her partinin siyasi hesaplarının olduğu gerçeğinden hareketle yerel seçimlerde kim neye ağırlık verecek, kim hangi aday üzerinden yol alacak bunları analiz etmekte fayda görüyorum.
Yerel seçim deyince ister istemez akla ilk gelen megakent İstanbul oluyor. İstanbul çok ama çok önemli bir kent. İstanbul'u kazanan bana göre Türkiye'yi kazanmış demektir. İstanbul'u kaybeden Türkiye'yi kaybetmiş demektir. Zira AK Parti İstanbul'daki başarısından dolayı şuan iktidarını koruyor. Başbakan Erdoğan'ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı'ndaki PR'ı kendisini liderliğe taşıdı. Şimdi aynı şeyi Mustafa Sarıgül'de yapmak istiyor. Sarıgül ile Erdoğan arasında benzerlikler olduğu kadar çok fazla ayrışan noktalar da var. Mesela Erdoğan Milli Görüş tabanından gelen bir siyasetçi. Sarıgül ise sol tabanından ilerleyen bir siyasi figür. Sarıgül'ün sol siyasi çizgiden yükselerek Başbakan Erdoğan gibi bir başarı elde etmesi mümkün görünmüyor. İstanbul yönetimini bir süre sol zihniyet yürüttü bu bir gerçek; ancak halkın hafızasındaki yeri bu yönetimin pek de iç açıcı değil. İstanbullu o eski günlerin bilinçaltında oluşturduğu tramvayı ne zaman atlatır o bilinmez. Sarıgül'ün hiç mi kredisi yok? Var tabiki Sarıgül sıcakkanlı tavırları ile halkla kurduğu birebir ilişkisi ile birçok siyasetçiye fark atmış bir isim. Sempatik tavırları herkesçe biliniyor. İşte tam bu noktada yerel seçimlerde AK Partiyi devirmek onun gücünü sarsmak için Sarıgül'ün CHP'ye geçmesine sıcak bakan önemli bir kesim var. Ancak Sarıgül partiye gelirse yaşanması muhtemel krizler de var. Mesela Gürsel Tekin krizi baş gösterebilir. Tekin şuan Sarıgül için düşünülen İBB adaylığını istiyor. Diğer bir kriz ise Sarıgül'ün Kadıköy, Bakırköy ve Ataşehir gibi yerlerdeki adayları kendisinin belirlemek istemesi. Buna parti içinden sıcak bakmayanlar var. Son tahlilde Sarıgül CHP'ye geçecek gibi görünüyor; ama sancılı ama sancısız bu doğum olacak. Sarıgül CHP'ye geçtikten sonra İBB'yi kazanır mı? Ona halk karar verecek. Ama şu bir gerçek. Malum Kılıçdaroğlu İBB adaylığı ile üne kavuştu, sonra aldı başını gitti. Yürüdü ve CHP Genel Başkanı oldu. Zaten Sarıgül'ün gönlünde yatan da bu. CHP'nin başına geçmek. Medyanın tavırlarına bakacak olursanız, Sarıgül özellikle Doğan grubundan büyük destek alacağa benziyor. Bu rüzgar onu partinin başına götürebilir; ama şöyle bir handikap da yok değil. Sarıgül biliyorsunuz sadece sol kesim ile değil bütün kesimlerle sıkı fıkı bir dostluk sergiliyor. Siyasette muhalif olduğunuzda söylemlerimize etki eder bu durum. Başbakan'a karşı en ufak bir eleştiri yapmayan Sarıgül'ün gelecek dönemde nasıl bir muhalif çizgide yürüyeceğini kestirmek zor.
Şimdi gelelim AK Parti'nin yerel seçim hesaplarına. AK Parti'ye karşı İstanbul'da aday gösteren kim olursa olsun en önemli rakibi Tayyip Erdoğan olacaktır. Erdoğan'ı karşısına alan siyasetçinin işi kolay değil. Ama neticede büyükşehir için bir aday gösterilecek. O aday üzerinden yarış başlayacak. AK Partide ilk aday adayı şimdiki başkan Topbaş oldu. Topbaş bir dönem daha yapmak istediğini açıkladı. Topbaş istedi istemesine ama Egemen Bağış ondan daha fazla çalıştı. Sanki Topbaş değil Bağış belediye başkanıydı. Ramazan ayında özellikle Bağış'ın oturmadığı iftar ve sahur sofrası kalmadı. Her yerde Bağış vardı. Ümraniye'den Sultangazi'ye bütün Ramazan programlarında Bağış'ı görür olduk. Açıkça deklare etmese de Egemen Bağış önemli bir aday adayı olarak karşımızda duruyor. Bir diğer isim ise Binali Yıldırım. Yıldırım'ın adaylığı da gündemde. Kanal İstanbul, havalimanı ve üçüncü köprü projeleri ile adını duyuran Yıldırım önümüzdeki dönem bu projeleri yönetebilecek önemli bir isim. Sempatik tavırları ile dikkat çeken Yıldırım'ın aday olması da sürpriz olmaz. Bir diğer isim ise Aziz Babuşcu. Babuşcu'nun adaylığına teşkilat sıcak bakıyor. İl yönetimindeki başarısı sebebiyle Babuşcu da aday gösterilebilir. Ateş olmayan yerden duman çıkmaz derler. AK Parti'de Başbakan'ın ağzından ne çıkarca son söz o olur; ama Başbakan'ın yöntemini de herkes bilir. Önce kamuoyu algısı tartılır, sonra teşkilat arasında nabız tutulur en son Başbakan karar verir. İşte bu algıyı kendi lehine çevirmek isteyenler alttan alta çalışıyor; ama ipi kim göğüsleyecek orası şimdilik net değil. Sonbahar bu manada önemli bir mevsim. AK Parti'nin Sarıgül aday olmazsa adaylık belirlemede zorluk yaşayacağını düşünmüyorum; ama Sarıgül aday olursa bu karşımızdaki dört isimden hiçbirisi de olmayabilir. Başta söylediğim gibi Başbakan İstanbul'u kaybetmemek için elinden geleni yapacaktır. Son söz İstanbul'da en güçlü rakip Tayyip Erdoğan'dır.
Kalemlere kelepçe taktılar, düşünceleri sürgüne yolladılar! Olsun; yine de küsemiyorum yine de kızamıyorum; biliyorum kış ne kadar çetin geçse de mutlaka bahar gelecek inanıyorum...
12 Ağustos 2013 Pazartesi
20 Temmuz 2013 Cumartesi
En zor mevsim: Sonbahar
Türkiye önümüzdeki günlerde zorlu bir dönemece doğru ilerliyor. Son yılların en çekişmeli seçimlerinden birini yaşayacak. Gezi Parkı olayları aslında seçim öncesi bir provaydı. Hükümet krizi yönetemedi; yönetemediği gibi o derin yapının eline de büyük koz verdi. Belki birileri bu olaylardan kendine göre bir rant elde etmek istese de yeni bir kaos planı için önemli bir klometre taşı elde etmiş oldular. Bütün planlar yerel seçimlere göre yapılıyor. İstanbul'da alt edilen AK Parti bir sonraki Cumurbaşkanlığı seçiminde sarsılmak istenecek ve genel seçimlerde tamamen yok edilmek istenecek. Aslında mevcut hükümeti yıkmak için son on yılda onlarca plan yapıldı. Ama parti bütün hesaplara karşı birlik ve bütünlüğünü önemli ölçüde korudu. Belki de bunun en önemli çimentosu Tayyip Erdoğan oldu. Zira o 'Bu trenden inen bir daha binemez' demişti. Gidenlerin birçoğu başarılı olamadı. Erkan Mumcu ve Abdüllatif Şener örneğinde olduğu gibi. Şimdilerde partiyi bölmek için birçok strateji devreye sokuluyor. En önemlisi Gül ile Erdoğan arasında uçurumlar oluşturmak ve Gül'ü Erdoğan'a karşı rakip olarak kullanmak. Eğer bunu başarırlarsa parti bölünmüş demektir. Bu da yıllardır bekledikleri ve temenni ettikleri istikrarsızlığın başlangıcı demektir. Her ne kadar hükümet diktatörlükle suçlansa da son on yılın istikrarındaki en önemli mihenk taşı koalisyonsuz bir iktidarın olmasıdır. Koalisyon dönemlerinden bu ülke çok çekti. Bugün bile vatandaşın evet dediği birçok konuya partiler hayır diyebiliyor. Sebep ne? Çünkü siyasi rekabet bunu gerektiriyor. İşte bütün hesaplar sonbahar için yapılıyor. Sonbahar belki de geçtiğimiz sonbaharlardan farklı bir mevsim olacak. PKK'nın eskisine göre siyasal alanda daha etkin olacağını kestirmek zor değil. Sokak isyanları artar ve PKK eskisi gibi saldırılarını artırırsa way halimize! Bekleyip göreceğiz...
2 Temmuz 2013 Salı
MUHABİRİN GÖZÜNDEN GEZİ!
Gezi Parkı eylemlerinin fitili 1 Mayıs'ta ateşlenmişti. 1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü için sendikalar ile valilik arasında meydan krizi çıkmış, her iki taraf da geri adım atmıyordu. Aslında son birkaç yıldır İstanbul'da toplumsal olaylar durulmuş hatta bitme noktasına gelmişti.İşte ne olduysa bu 1 Mayıs gerilimi ile başladı her şey. Vali Mutlu meydanın çalışmalar sebebiyle açılmayacağını söyledi. Sendikalar ise geri adım atmamakta ısrarlıydı. Olan oldu, valilik dediğini yaptı, meydana yürüyen bütün gruplara müdahale edildi. Başbakan'dan gelen mesajlar ise artık Taksim'in miting ve toplantılara kapatılacağı yönündeydi. Öyle de oldu. 1 Mayıs tam bitti derken, sonrasında her toplanan gruba art arda müdahale ediliyordu. Gaz üstüne gaz sıkılıyordu. Kanunlar belki polise bu gaz sıkma yetkisini vermiştir orasını bilemem; ancak toplumsal bir gerilimin olduğu muhakkaktı. İşte tam bunlar olurken mayısın sonuna doğru yeni bir gerilimin fitili ateşlenmişti. Gezi Parkı'na Topçu Kışlası'nın yapılacağı iki yıl öncesinden açıklanmasına rağmen, bir yayalaştırma projesi için yerinden sökülen iki ağaç için fırtınalar koparmaya başlanmıştı.Aslında polis de 1 Mayıs'ta olduğu gibi birkaç gaz bombası ve tazyikli su ile grubun dağılacağını düşünmüştü belki kim bilir. Tekel işçilerinin Ankara'da günlerce çadırlarda kalarak yaptığı direniş akıllara geldi ve parkın eylemcilerden arındırılarak halka açılması istendi. Ya isteyerek ya da istemeyerek sosyal psikoloji doğru okunamadı. Sosyal medya körüklendi ve devlet bunun önüne geçemedi. Yalanlar provakasyonlar uyuşmuş bir marjinalizmin uyanmasına yol açtı. Her eylemde gördüğümüz o marjinal gruptan farklı bir grup vardı artık polisin karşısında. PR sistemini iyi bilen, sosyal kitleyi yönlendirebilen genç bir grup. Y kuşağı falan dediler; ama bütün gençleri kapsamıyor bu kitle. Sonuçta Gezi Parkı'nda yaşadıkları gün içinde ne kadar çevreci olduklarını da göstermiş oldular. Polisin yaptığı en büyük hata bu kadar müdahaleyi yaptıktan sonra meydandan çekilmek oldu. Dünya medyasına rezil bir görüntü verdik. Saatlerce meydandan yapancı basın kuruluşları yayın yaptı. Üstelik Türk basınına tanınmayan ayrıcalıkları valilik yabancı basına tanıdı. Meydanın orta yerinde yabancı canlı yayın aracları vardı. Hiç kimse müdahale etmedi. Olan yerli gazetecilere oldu. Eylemciler araçlarını yaktı yıktı devirdi, gazeteciler yaralandı. Kendisinden olmayana tahammül edemeyen bir kitle vardı karşımızda. Meydandan polisin çekilmesiyle 'Siz kime çalışıyorsunuz, kimliğinizi gösterin' eşkiyalığa soyunan bir kitle. Bunları bizzat yaşadık. Hani siz bütün renkleri bir arada barındırabiliyordunuz. Renk menk yoktu Gezi'de tek bir renk vardı, o da darbe isteyen ruh. Antidemokratik uygulamayı savunan bir kitle. Aralarına girdiğinizde onların ne kadar faşist bir geleneğe sahip olduğunu görürsünüz. Tahammülsüz olduğunu görürsünüz. Asayişsizlik böyle bir şey. Zaten bu kitle de derdi ak parti hükümet falan değil. O insanlar kanun kural tanımak istemiyor, olayın özeti bu. İstedikleri yerde bağırıp. istedikleri yerde çağırıp istedikleri yerde tuvaletini yapıp istedikleri yerde istediği naneyi yemek için her türlü kanun kural otoriteye karşıydılar. Birileri de bunu kullandı. Kullanıldılar ve belki kullanılmaya devam edecekler...
12 Şubat 2013 Salı
AH ŞU KALDIRIMLAR!
İstanbul'da yaşamak hakikaten zulüm ötesi bir şey. Dilerseniz ben akşam saatlerinden itibaren yarın akşama kadar bir yaşam özeti sunmak istiyorum. Herhangi bir gecekondu mahallesinde oturuyorsunuz. Doğalgaz faturası zamlı geldiği için daha fazla dayanamayan vatandaş, evine sobalı bir sisteme çeviriyor. Sobada nasıl bir kömür yakıyorsa, akşam karanlığı çöktüğünde nefes almanız hakikaten güç. Zar zor sabah ediyorsunuz. Sabah kalkıyorsunuz otobüste binmeye yer yok, gitmeye yol yok, yürümeye kaldırım yok.
Abartmıyorum, hakikaten yok yok yok. Sorun çok ama kaldırım zulmü başka bir şey. Dünyanın gelişmiş hiçbir ülkesinde yayaların haklarına saygısızlık yapılmaz. Hollanda'da bile karşıya geçmek isteyen yaya için koca kamyonlar kilometrelerce öncesinden yavaşlar, geçiş üstünlüğü sağlar. Bir sağlamasın bakalım neler oluyor! Gelin görün ki bizim İstanbul'da değil yayaya yol vermek canını almak sanki görev kabul edilmiş gibi. Allah aşkına gidin görün şu Ümraniye çarşı caddesini o kadar zorki yürümek. İSPARK cadde boyu işgal etmiş zaten. Kaldırım genişliği birçok yerde yarım metre bile değil. İnsanlar balık istifi gibi yürüyor. Yürümeye çalışıyor.
Abartmıyorum, hakikaten yok yok yok. Sorun çok ama kaldırım zulmü başka bir şey. Dünyanın gelişmiş hiçbir ülkesinde yayaların haklarına saygısızlık yapılmaz. Hollanda'da bile karşıya geçmek isteyen yaya için koca kamyonlar kilometrelerce öncesinden yavaşlar, geçiş üstünlüğü sağlar. Bir sağlamasın bakalım neler oluyor! Gelin görün ki bizim İstanbul'da değil yayaya yol vermek canını almak sanki görev kabul edilmiş gibi. Allah aşkına gidin görün şu Ümraniye çarşı caddesini o kadar zorki yürümek. İSPARK cadde boyu işgal etmiş zaten. Kaldırım genişliği birçok yerde yarım metre bile değil. İnsanlar balık istifi gibi yürüyor. Yürümeye çalışıyor.
31 Ocak 2013 Perşembe
TEK SUÇLU KARBONMONOKSİT Mİ?
İstanbul'da, son bir ayda
İGDAŞ'ın 'sessiz katil' diye tabir ettiği karbonmonoksitten 13 kişi
hayatını kaybetti. Yetkililer, zehirlenmelerin sebebini 'kaçak bağlantı'
ve 'uygunsuz kullanım'a bağlıyor. Hukukçular ise, kaçak bağlantı
yapanların yeteri kadar soruşturulup cezalandırılmadığına dikkat
çekiyor.
Bu tip durumlarda savcı ya da polisin yanı sıra İGDAŞ'ın idaresinin de sorumlu olduğunu belirten Şen şöyle devam etti: "O da müracaatlarını yapmak zorunda. 'Tespit ettim, bıraktım' yok. Sen şikayetlerini yapacaksın. İGDAŞ da burada aynen polis gibi faaliyetini gerçekleştirecek. Ne yapacak? Böyle bir durum mu tespit ettin? Gittin, orada incelemeni yaptın mı? Hemen suç duyurusunda bulunacaksın savcıya. Bunun diğer olaylardan mesela trafik kazalarından farkı yok ki. İki suç var. O tip kaçak bağlantının yapılması zaten 163. maddeye göre suç. Bunu şebeke halinde de yapabilirler. Birileri ortaya çıkar, bir mahallede veya semtte kaçak bağlantılar yapar. Sen bunları bir bir yakalayacaksın. Bunun sonucunda birileri hayatını kaybetmişse, 'ölüme sebebiyet verme'dir. Bunun soruşturmasını yapacaksın. İGDAŞ'ı, polisi, savcısı neden bu meseleyi takip etmiyor? Bir araçta eğer bir lastik arızası varsa kaza olmuşsa sen onu üreteni cezalandırmıyor musun? Hayat o kadar ucuz mu?"
ACAR: CEZALANDIRMA İÇİN ÖZEL DÜZENLEMEYE GEREK YOK
Fatih Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Hakan Acar ise, "Yetkisiz kişilerin ölüme sebebiyet verebilecek kaçak bir bağlantıyı yapmış olması soruşturma açılması için yeterlidir. Bunun kimin tarafından yapıldığını da savcılık marifetiyle polisin araştırması lazım." dedi.
Bu olaya ilişkin kanunda düzenlemenin var olduğuna dikkat çeken Acar, "Bir kişinin kanun ve nizamın çerçevesinin dışında hareket ederek bir kişinin ölümüne sebebiyet vermiş olması doğrudan doğruya polisin ya da savcının harekete geçmesi için yeterlidir. O tesisatı yapan kişi ile alakalı ölüme sebebiyet vermekten dolayı şuan ki mevzuat açısından bakıldığında yapılabilir. Taksirli adam öldürme bu. Özel bir düzenleme yapılmasına gerek yok. O kişi fiili bir ölüme sebebiyet vermiş, o bunun böyle olabileceğini de biliyor. Öngörerek yapsa zaten bu kasta girer." ifadelerini kullandı.
TAKSİRLE ÖLÜME 15 YILA KADAR CEZA İSTENİYOR
Öte yandan, hukukçuların atıf yaptığı Türk Ceza Kanunu'nun (TCK) 85. maddesi 'taksirle adam öldürmeye' değiniyor. Maddede, " (1)Taksirle bir insanın ölümüne neden olan kişi, 3 yıldan 6 yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. (2) Fiil, birden fazla insanın ölümüne ya da bir veya birden fazla kişinin ölümü ile birlikte bir veya birden fazla kişinin yaralanmasına neden olmuş ise, kişi 3 yıldan 15 yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır." ifadesi yer alıyor.
28 Ocak 2013 Pazartesi
53 YILDIR BİTMEYEN ACI
"Yaşlı bir kadın geldi evimize, bana döndü ve dedi ki; 'Niye ağlıyorsun? Onları bir yere sakladılar, birgün çıkıp gelecek.' Ben o söze o kadar çok inandım ki, yıllardır asansörün her gelişinde onun yolunu gözledim. Yıllarca ben o ümitle yaşadım" Bu sözler, savunması bile alınmadan ipe gönderilen Menderes döneminin Maliye Bakanı Hasan Polatkan'ın acılı eşi Mutahhare Polatkan'a ait. 93 yaşındaki Polatkan ile görüşmek için kızı Nilgün hanımla irtibata geçtik. Kadıköy'deki evlerine girdiğimde beni en fazla etkileyen manzara pencereden görünen Yassıada oldu. Mutahhare hanım o pencereden adayı izleyip gözyaşı döküyor. "Yüreğimdeki sızı hiç bayatlamadı hep taze kaldı, ancak toprakla yok olup gider" diyor talihsiz kadın. 45 yaşında bakanlık koltuğundan indirilip hücreye atılan, bin türlü işkenceden geçirilen sonra da hunharca asılan Polatkan'ın ailesine mikrofon uzattığımızda acıları tekrar tazelendi.
TÜRKİYE GAZESİ, POLATKAN AİLESİ İLE YAPTIĞIMIZ RÖPORTAJI MANŞETİNE TAŞIDI.
http://tvarsivi.com/player.php?i=2013010813492
TBMM'de idam edilen Menderes ve arkadaşlarına iade-i itibar çalışmaları, Yassıada'nın demokrasi müzesi yapılması gibi projeler gündeme gelince gözler o dönemin mağdur isimlerine çevrildi. Yıllardır acısını yüreğinde saklayan Hasan Polatkan'ın eşi Mutahhare Polatkan ve kızı Nilgün Polatkan, darbe sürecinde yaşadıkları sıkıntıları Cihan Haber Ajansı'na (Cihan) anlattı.
Kadıköy'de yaşamını sürdüren Polatkan ailesi, evlerinin penceresinden zaman zaman Yassıada'ya bakarak o acılı günleri tekrar yaşıyor ve gözleri doluyor.
5 yaşında babası idam edilen Nilgün Polatkan ise, ihtilal sabahı evlerinin etrafının askerler tarafından çevrildiğini silahların ise evlerine çevrildiğini anlattı. Yassıada ziyaretinde de babası ile görüştüğü sırada askerlerin silahları kendilerine doğrulttuğunu belirten Polatkan, ilkokulda yaşadığı bir hatırayı şöyle anlattı: "İlkokulda öğretmenim hastalandığında onun yerine vekalet eden öğretmen, parmağımdaki yüzüğü kimin aldığını sordu. Babamın aldığını söyledim. Babamın nerede olduğunu ne iş yaptığını sordu. Soyadımdan dolayı benim kim olduğumu biliyor olması lazımdı. Ama bana böyle baskı yapıyordu."
TÜRKİYE GAZESİ, POLATKAN AİLESİ İLE YAPTIĞIMIZ RÖPORTAJI MANŞETİNE TAŞIDI.
http://tvarsivi.com/player.php?i=2013010813492
TBMM'de idam edilen Menderes ve arkadaşlarına iade-i itibar çalışmaları, Yassıada'nın demokrasi müzesi yapılması gibi projeler gündeme gelince gözler o dönemin mağdur isimlerine çevrildi. Yıllardır acısını yüreğinde saklayan Hasan Polatkan'ın eşi Mutahhare Polatkan ve kızı Nilgün Polatkan, darbe sürecinde yaşadıkları sıkıntıları Cihan Haber Ajansı'na (Cihan) anlattı.
Kadıköy'de yaşamını sürdüren Polatkan ailesi, evlerinin penceresinden zaman zaman Yassıada'ya bakarak o acılı günleri tekrar yaşıyor ve gözleri doluyor.
5 yaşında babası idam edilen Nilgün Polatkan ise, ihtilal sabahı evlerinin etrafının askerler tarafından çevrildiğini silahların ise evlerine çevrildiğini anlattı. Yassıada ziyaretinde de babası ile görüştüğü sırada askerlerin silahları kendilerine doğrulttuğunu belirten Polatkan, ilkokulda yaşadığı bir hatırayı şöyle anlattı: "İlkokulda öğretmenim hastalandığında onun yerine vekalet eden öğretmen, parmağımdaki yüzüğü kimin aldığını sordu. Babamın aldığını söyledim. Babamın nerede olduğunu ne iş yaptığını sordu. Soyadımdan dolayı benim kim olduğumu biliyor olması lazımdı. Ama bana böyle baskı yapıyordu."
25 Ocak 2013 Cuma
Boğaz’ın yüzen nostaljisi vapurlar...
İstanbul’un tarihi simgeleri arasında yer alan yolcu vapurları, yaklaşık bir asırdır boğazın iki yakasını birbirine bağlıyor. Osmanlı’dan günümüze yerli ve yabancı milyonlarca insanın ilgisini çeken vapurlar, düdük sesleri ile martı çığlığı arasında ahenkli bir İstanbul senfonisi sergiliyor. Tarihi kentin vazgeçilmez bir parçası haline gelen vapurlar, metrobüsün devreye girmesiyle eski cazibesini yitirse de çay simit eşliğinde keyifli bir yolculuk yapmak isteyenlerin vazgeçilmezi. Öyle ki sırf Boğaz’ı seyretmek için vapurları tercih eden de var, aile kahvaltısını güvertede yapmak isteyenler de…
Yedi
tepeli şehri anlatan şiirlerin, şarkıların ilham kaynağı; yağlı boya
tablolarının vazgeçilmezi, İstanbul denince akla ilk gelen figürlerdir onlar.
Çayın da simidin de tadı bir başkadır orada. Şehrin gürültülü temposundan uzak,
dingin bir yolculuğa çıkarır bineni adeta...Boğazın alımlı ama bir o kadar da
yorgun emektarlarıdır vapurlar …Mütevazi yapısıyla İstanbullular kadar martılar
için de vefalı bir dost oldu yıllarca. Boğaz'ın bir yakasından diğerine
geçerken martılarla birlikte yürür, masmavi denizin üzerinde adeta bir kuğu
gibi narince süzülürler.
DÜMENİN YERİNİ JOİSTİK ALDI
İstanbul vapurları Sultan Abdülmecit’in 1851 yılında kurduğu Şirket-i Hayriye ile kente hizmet vermeye başladı. Günümüzde ise Şehir Hatları’na bağlı olarak asli görevine devam ediyor. Dış görünümünden fazla bir şey kaybetmeseler de yıllar geçtikçe onlar da teknolojiye ayak uydurmaya başladı. Bir zamanlar kömürle çalışıyorlardı; şimdi elektronik sistem ile hareket ediyorlar. Kazan dairesinin yerini makine dairesi aldı. Vapurlarda seyyar satıcılara da izin verilmiyor artık. Vapurun dümenleri de artık tarihin tozlu defterleri arasındaki yerini aldı. Zira artık kaptanlar dümen yerine vapuru joistikle kontrol ediyor. Yani kısacası değişen İstanbul’a onlar da ayak uydurmaya başladı.
24 Ocak 2013 Perşembe
BİRAND'IN ARDINDAN
Yanaklarımı minik ellerimin arasına alıp, gökyüzünden geçen
uçakları izlerdim. Maviliğin arasında narince süzülüp giden beyaz
melekler...Akşam olup hava karardığında kayan yıldızları andırıyorlardı.
Okumayı henüz sökmeye başladığım yıllarda bir pilotun hikayesi cuk diye oturdu
beynime. Hep pilot olmayı istedim. Ta ki, F-16’lar köyün semalarında akrobasi
hareketleri yapıncaya kadar. Korktum…Kış gününün soğukluğunu hissederken
ellerimiz, kulaklarımız savaş uçaklarının sesleri ile çınlıyordu. Vazgeçtim
pilot olmaktan. Sonra polis olmaya karar verdim. Çünkü silahları vardı onların.
Benim silahla ne ilgim olabilirdi ki o yaşta? Çocukluk işte! Bir gün karşı
evden feryatlar yükselmeye başladı. 14 yaşında polis çocuğu, babasının silahı
ile oynarken vurulmuş ve ölmüştü. Vazgeçtim polis olmaktan. Sonra doktor, sonra
öğretmen derken gazeteci olduk…
Duayen gazeteci Mehmet Ali Birand’ın cenazesini takip
ederken, onun hayatı ile ilgili daha derin bilgilere sahip olma fırsatımız
oldu. Birand gazeteciyse biz hiçbir şeyiz dedim kendi kendime. Onca röportaj,
onca kitap, onca bülten v.s. Bir insanın hayatındaki yelpaze bu kadar geniş
olur ancak. Ülkenin sinir uçları ile oynayıp, üzerine kara bulutların çöktüğü
bir memlekette ayakta kalabilmek; sanırım denizin ortasında şiddetli fırtınadan
kurtulabilmekle eş anlamlıydı. Her muhabirin belki de gönlünün bir kıyısında bu
usta gazeteci ile çalışmak vardı.Her şeyden önemlisi o gemide ben de olsaydım,
o heyecana ortak olsaydım diyesi geliyor insanın. Birand bu memlekete koltuğuna
yapışıp kalan, makam hırsı ile kendini yiyip bitirenlerin gazeteci
olamayacağını öğretti. O bu ülkede ya yazarım ya da bu kalemi kırarım diyen
ender gazetecilerdendi. 28 Şubat’ın soğukluğunun iliklerimize kadar işlediği o
karanlık dönemlerde demokrat tavrından ödün vermedi.Eksiklikleri yok muydu?
Tabi ki vardı. Birand aslında popülist haberciliğin de lideri konumundaydı.
Onun sunduğu ya da yönettiği bültenlerin içeriğine baktığınızda sanki bu ülkede
her an savaş çıkacak zannederdiniz. Aslında rekabet, reyting kaygısı falan
bütün bültenlerde topluma korku pompalanmasının önünü açıyor. Diyarbakır’ın bir
mahallesinde polise atılan bir taş bir anda bütün Doğu’nun isyanı gibi
yansıtılıyor ya da İstanbul’da Okmeydanı’nda bir araca atılan molotof sanki
bütün kenti alıp götüren bir çatışma ortamı gibi yansıtılabiliyor. Bütün bu
olumsuzluklar bir yana haberciliğin hız ve heyecanı için Birand örnek olabilir,
idol kabul edilebilir. Birand’ın mesleğe farklı bir bakış açısı getirdiği
doğru; onun açtığı pencere kapanır mı yoksa aynı pencereden bakmaya devam mı
ederiz onu gelecek gösterecek……..
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)